Bölüm 3: İskenderun
“…
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
‘Tükürsem cinayet sayılır’ diyordu birisi Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
…”
Ahmet Telli
Adana’dan dönüşümüzde Hatay’a doğru yol alırken arabam arızalandı. Hatay’da aldığımız yakıtın depremden kaynaklanan zararla aracın turbosu patladı ve motoru yandı. Aracı otoyolun sağına çekip, yardım çağırdık. Tahmini 15-20 telefon görüşmesi sonucunda aracı Ceyhan Sanayi Sitesi’ne çektik. Burada Ceyhan Sanayi Sitesi’nin hafta sonları öğleye kadar çalıştığını öğrendik. Ancak deprem bölgesinden buraya ulaştığımızı, kısa sürede bölgeye yeniden gitmemiz gerektiğini söyleyince ustalardan biri yardımcı olmak istediğini söyledi. Ceyhan Sanayi Sitesi’nde tanıştığım insanların seferber olup yardım topladığını ve sırayla bölgeye ulaştırdığını öğrendim. Bölgeye destek amaçlı
giden araçların içinde bebek bezi, gıda malzemeleri ve battaniye vardı. Usta ve çırakları insanüstü bir gayretle yarım günde aracı tamir etti ve tekrar İskenderun’a ulaşmak üzere yola çıktık. İskenderun için hazırladığım listenin başında, deprem nedeniyle yangın çıkan İskenderun Limanı vardı. Üç günlük müdahaleyle kontrol altına alındığını bildiğimiz limanı görmek benim için oldukça önemliydi. Çünkü hem Hatay’da hem sosyal medyadan aldığımız duyumlar, yangının bir sabotaj olabileceği yönündeydi. Limana giriş yapmayı denediğimiz iki kapı kapalıydı. Güvenlik görevlisinin “Yolcu musunuz?” sorusunu anlık bir refleksle onayladıktan sonra limana girdik.
Gözüme ilk çarpan Limak Port Limanı’na demir atan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait yolcu gemisiydi. İnsanlar belirli aralıklarla limana girip harekete geçmek üzere olan gemiye yetişmeye çalışıyorlardı. ‘Mersin’, ‘Antalya’, ‘İzmir’ ve ‘İstanbul’ yazılı stantlarda liste tutan askerlere durumu sordum. Gördüğümüz yolcu gemisinin, 11 Şubat itibariyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gönderilen bin 200 kişilik iki feribottan biri olan OSMANGAZİ-1 olduğunu öğrendik. OSMANGAZİ-1, aldığı yolcuları sırasıyla Mersin, Antalya, İzmir ve son olarak İstanbul’a ulaştırmak için hazır bekliyordu. Listede yaklaşık 400-450 depremzedenin kayıt yaptırdığını gördüm.
Kendisini yolcu edecek yakını olanlar kendini şanslı saydıklarını söylerken ayaklarının ileri gidemediğine şahit oldum. Bu kişiler, uzun vedalaşmaların ardından bile yürürken gözlerini arkada bıraktıkları yakınlarından alamadı. Güvertedeki insanların yüzlerinde hayatta kalmanın verdiği sevinçten bir iz yoktu. Hatıralarını, yakınlarını, şehirlerini bırakarak gitmenin yabancı kederini taşıyorlardı. İnsanların ellerinde tasmasını taşıdıkları köpekler, kucaklarında şımarıklık yapmayan kediler vardı. Acelesiz gemiye yürüyen bir adam -köpeğini sevdiğimi görünce- biraz daha ömrünü geçirdiği Hatay’da kalmak istercesine durdu.
Biraz sohbet etme fırsatı bulduk. “Şehir öldü, terk ediyoruz” diyerek söze girdi. Konuşurken Mersin’de bir akrabasının yanına bir haftalığına gideceğini ve sonrası için planı olmadığını öğrendim. Etrafta duyduğum fısıldaşmalar, ağlaşmaların söz bitiminde de hep bu cümle vardı. “Bir süreliğine kalacak yerim var, sonrasını bilmiyorum.” Suratı soluk adamın, köpeğinin başını okşarken gülümsediğini fark edince ondan söz açmak istedim. “Evimden sadece bir sırt çantasına sığacak eşya alabildim, ama bu öyle mi? Kendimi bırakırım onu bırakmam” demesinin ardından ikisini gemiye uğurladım. O sırada yanında eşya taşımayan genç bir kız, ceketinin arasına sakladığı köpeğini göstererek başıyla adamı onayladı, hemen arkasındaki sıraya geçti. Gemiye taşınan araçların sesinin dışında, sadece yolcuları şehir merkezinden getiren sivil otomobillerin dörtlülerinin sesi vardı. Tesadüfen keşfettiğimiz bu gemiyi, ilçelerde bilen yoktu. Buna dair bir tabela ya da bilgilendirmeye de rastlamadık. Bundan dolayı olsa gerek, bizim limana ulaştığımız saatte kalkışına bir saat olmasına rağmen bin 200 kişilik kapasiteli OSMANGAZİ-1’in 400 kişilik alanı doluydu.
Yüzündeki buruk ifadeyi, göz göze gelmeyerek saklayan bir adam elimdeki kamerayı görünce derdini anlatmak için bana yöneldi. Söylediklerini kayıt aldığım için bire bir aktarmak istiyorum.
“Ailemden beş kişiyi kaybettim. Daha önce hiç memleketimi terk etmedim. Gurbete çıkmış bir insan dahi değilim. 48 yaşımdayım, 17 yaşımdan beri ilk defa ağlıyorum. Mekanları cennet olsun, kaybım büyük. Antakya’da yaşanan 20 saatlik gecikme ve hava koşullarından insanlar öldü. Depremin ilk günü ne belediye ne de devlet erkanları geldi. Gıda yardımı ulaştı ama arama kurtarma ekipleri gelmedi. Kızılay’dan da AFAD’dan çadır, el feneri istedim yok dediler. Hangisine gitsem kapı yüzüme çarpıldı. Yedi gün ışıksız yaşam mücadelesi verdik. Ama vatanıma, milletime teşekkür etmek istiyorum. Sağ olsunlar üstümdeki kıyafetleri verdiler. Antakya haritadan silindi ama elbet elbirliği ile düzelteceğiz. Ben geri döneceğim. Binasız dahi olsa burada yaşayacağım. Gurbette yapamam”
Giden yolcuların bilgisine de ulaştıktan sonra, yangının çıktığı alana yürüdük. Bekleyen yolcuların yangınla ilgili konuştukları, aldığımız duyumlarla örtüşüyordu.
Alana girdiğimizde yanan limanın burası olup olmadığını sorguladık çünkü gördüğümüz kısımda neredeyse hiç hasar yoktu. Üç gün süren yangına rağmen bazı konteynerlarda iz bile yoktu. İş makinesine yaklaştığımız kısımda artan bir is olsa da alanın bütününü kapsayacak koku hakim değildi. Hasarlı gördüğümüz tabandan ayrılmış boru düzeneklerini çekip limandan ayrıldık.
Yaklaşık beş kilometre ötedeki çadır kente sürdük. Çadır kentin girişinde bizi askerler karşıladı. Gazeteci olduğumuzu öğrendiklerinde “Bizi çekmeyin, eğer videoda çıkacak olursak söyleyin kadrajdan çıkalım” dediler. Anlaşıp çadır kentlerdeki durumu görmek için dolaşmaya başladık.
Çadırların hemen yanında yanan ateşlerde ısınmaya çalışan insanlar, yanı başlarından birinin geçtiğini fark etmeyecek kadar ısınmaya odaklanmıştı. Hava tedbirsiz giyinilmeyecek kadar soğuktu. Muhabir arkadaşım, görüştüğümüz bir aile ile röportaj alırken bir adam dikkatlice bizi izliyordu. Emin olamadığını düşünüyorum ki dakikalarca iletişim kurmadı. En son çadırdan bir kısmı görünen yüzünü çıkardı ve gelmemi istedi.
60 yaşının üstünde olduğunu düşündüğüm adam sadece “Çocuklarım üşüyor” dedi. Buldukları battaniyenin toprak zemine fayda etmediğini söylerken dudaklarını ısırıp ellerini sıkıyordu. Aslında gördüğümüz diğer çadır kentlerde battaniye yardımının sık olduğuna rastlamıştık. “İnsanların ihtiyacı kadar gelmedi mi?” diye sorduğum soru yanıtsız kaldı. Beklemesini isteyip askerlerin yanında gittim ve durumu anlattım. Başta bölgede gazeteci olmasının huzursuz ettiği tavrını takındı ancak bunun mesleki değil insani bir soru olduğunu anlattığımda iletişimimiz biraz yumuşadı. Battaniyelerin, asker henüz gelmeden geldiğini, insanların ihtiyaç fazlası yardımları stokladıklarını söyledi ve ekledi “Ben burada güvenlikten sorumluyum. Girip çadır kontrol etsem, ‘asker çadıra giriyor’ denir. Yanlış anlaşılır. Ama sen kadınsın, konuştuğun kişilerde ya da gördüğün çadırlarda stok yapan fark edersen haberdar et. Ben gereğini yaparım” Biz bu konuşmayı sürdürürken birinin bize kulak kabarttığını gördüm. Tam onun çadırına doğru gidecekken o daha hızlı davranıp yanımıza geldi, “Abla, biz iki kişiyiz çadırda. Bizde bir tane fazladan olacak. Ben vereyim hiç aramana gerek kalmasın. Üşümesin daha fazla çocuklar” dedi. Çadırın önünde beklerken çok çocuk olduğunu ve bir tane battaniye yetmeyeceği için aramaya devam edeceğimi söyledim. “Şansına iki tane varmış” diyerek bana uzattı. Bilinçli bir şekilde yine yetersiz olacağını, askerin arama yapması gerektiğini söyledim. Asker müdahale ederse, bizimle beraber olup aramaktan memnuniyet duyacağını söylerken çadırı hızlıca kapattı. Sinirlensem de vakit kaybetmeden battaniyeleri ulaştırdım. Adam battaniyeleri alırken, feri gitmiş gözünde ufak da olsa bir umut sezdim. Belli ki, yanından hızlıca ayrılışımı kaçmaya yormuştu. Küçük buruk bir tebessümle birbirimize ısındık. Başında nöbet beklediği çadırını bana açtı. Çadırın köşesinde koli üstünde tek battaniyeye sarılı iki çocuk gördüm. Uykuları öksürerek bölünüyordu. İçeride uykularını bölmek istemediğimi söyleyerek dışarıda konuşmaya davet ettim. “Ben ellimden sonra evlendim” dedi. “İkiz çocuklarım oldu. Daha sekiz yaşındalar. Babalık edemiyorum, güçsüzüm. Anneleri…” diyip duraksayınca gözünde tutmaktan yorulduğu göz yaşlarını taşıyan damarları keskinleşti. Biraz bekledim, bakıştık. Anlatmanın güç olduğunu fark edince, yalnızca “Başınız sağ olsun” diyebildim. Nihayetinde yumruklarını açıp elimin üstüne elini koydu “Milletimizden Allah razı olsun kızım, bunları söyleyin” dedi.
Yürürken bir ‘vaklama’ işittim. Tenekede ısınan insanların yanında maskotluk yapan bir ördek gördüm. İstemsiz maskota çekildim. Öylece ortalığa bu ördeğin nereden geldiğini sordum. Küçükken aldığı Cabbar’ı evinin odasında besleyen sahibi, enkazdan kaçırıp çadır kente getirmiş. “Evde bakıyordum, şimdi çadırda birlikte kalıyoruz. Erkek diye Cabbar dedim, dişi çıktı. Bizimle yemek yiyor, beraber çay içiyoruz” dedi.
Cabbar’ı, nöbet bekleyen askerlerin de keyifle izlediğini fark edince yanlarına gittim. Aramızdaki belirsiz çekingenlik kamerayı çantasına kaldırınca kesildi. Kırşehir’den gelen Kızılay ekibi sıcak çay dağıtıyordu. Az önce ikiz çocuklarını gördüğüm adamın askere beni işaret ederek, “Kimseyi rahatsız etmediler, araçlarını buraya çeksinler geceyi güvende geçirsinler” derken duydum. Askerlerin daveti üzerine geceyi orada geçirmek üzere döneceğimize anlaşıp bölgeyi incelemeye diğer sokaklarda devam ettik. Yol boyunca henüz hiç kullanılmamış yeni binaların enkazlarını, paramparça arabaların ve korkunç bir ceset kokusunun içinden geçtik. Mahallelerce geçtiğimiz enkazların yalnızca birinde arama kurtarma çalışması sürüyordu.
Her enkazda olduğu gibi baretlerimizi takıp içeri girmek için izin aldık. Tehlike olmasa dahi cesetlerin mahremiyetini görüntü alarak ihlal edebileceğimiz zannıyla aslında bu izin süreci çoğunlukla aleyhimize sonuçlanmıştı. Ancak bu defa bahsettiğim gibi olmadı. Hatta yol açıldı ve geçişimize izin verildi. Gördüğüm şey çok gerçekti. Kırılmış çerçevelerin, yazılmış mektupların, yapılacaklar listelerinin, evlilik cüzdanlarının, çocuk çoraplarının üstünden enkaza tırmandık. Dehşet verici koku, iş makinesinin her hareketinde sanki tüm şehri sarıyordu. Arama kurtarma çalışmasını yürüten sivil gönüllüden bilgileri alıp, anons çekmek için aşağı indik. Onca enkazın arasından hangisinde/kimin kurtarıldığı bilinmediği ve yeterli basın mensubu olmadığı için öncelikle yakınlarını bilgilendirmek amacıyla enkaz çalışmasına girdim.
Bilgileri toparlayıp anonsu çektikten sonra bekleyen diğer insanlarla birlikte oturdum. Canlı yayın aracını fark edince yanına gittim ve İspanya’dan geldiklerini öğrendim. Anladığım kadarıyla detay görüntü için oradalardı. Bekleyen insanların arasında enkazdan ailesinin bedenlerini almak için bulunanlar, sivil polisler, madenciler, sivil gönüllüler ve bir asker vardı. Askerin üç gecedir burada olduğunu öğrenince geçmiş günlerde ‘canlı çıkıp çıkmadığını’ sordum. “Bu enkaza can nasıl dayansın? Üçüncü gün AKUT geldi, bakındı gitti. Ölü ya da diri insan bu. Böyle kadere terk edilir mi?” dedi. İlk gün dışında hiç canlı izine rastlanmamış. Enkaz altından çıkarmak için tuttuğu bedenlerin uzuvlarının parçalandığını söylerken akıntısı olmamasına rağmen nefes alamadığını fark ettim. Yanımda ilaç getirdiğimi söyleyince hasta olmadığını sadece artık koku almak istemediğini söyledi. Biz konuşurken yanımızda bir araba durdu. Ellerinde yemeklerle gelen adamlar, herkese teker teker sıcak yemek dağıttı. Burada bulunan insanların kim olduğunu öğrenmeye gerek yoktu onlar için. Karşılık beklemeden, sadece bir parça katkısı olsun diye gelmiş insanlardı. Hemen arkasından bir araç daha battaniye dağıtmak için durdu. Arkasından biri kıyafet dağıtmak için. İhtiyaç olsun olmasın, birilerinin yanında olduğunu görmek bile o an kusursuz bir destek sağlıyor. Yemek yerken bir sivil polisle tanıştıktan sonra hemen artan yağma haberlerini teyit etmeye çalıştım, “Evet, var. Biz Antakya’dan geliyoruz. Bizzat dövdüm” dedi. Bu kısa iletişim muhabir arkadaşımın getirdiği bir not kağıdıyla tamamen bitti. Kimlik belirlemek için kullanabileceğimiz not kağıdında İngilizce hazırlık sınıfında okuyan bir öğrencinin rutinlerini yazdığı ödev vardı.
Belli belirsiz yazıdan ismini analiz ettik ve ismine bir ihbar olup olmadığını öğrenmek için Twitter’a girdim. Arkadaşlarının paylaşımlarından kızın fotoğrafını gördüm. O an elimdeki metinden ürktüm. Gencecik. Metni ve kızın fotoğrafını komutana götürüp sadece gösterdim. “Sabah annesiyle el ele çıkardık” dedi. Eğer kızın babası teşhis etmek için sabah orada olmasaydı bedeni, ceset torbasında herhangi bir yerde olacaktı. Çünkü gördüğümüz enkazlarda çıkan bedenler, bedenin görünen parçalarını tarif edecek şekilde betimleniyor ya da hiç betimlenmiyordu. Değil ismi teşhis etmek, yıkılan binanın adını belirlemekte zorlanan bir imkansızlık içinde mücadele sürüyordu. Orada bekleyen adam “En azından dikili mezarı olacak onu alabilirsem, insan cenazesini bulduğuna sevinir mi?” dedi.
Civardan edindiğimiz güncel bilgileri derlerken birkaç kez telefonum çaldı. Arkadaşım doğum günüm için aramış. Burada zaman kavramı çok karmaşık. Arayan birinin olması hiç bu kadar kıymetli olmamıştı benim için. İçimdeki minnet duygusunu hiç bu kuvvette yaşamamıştım. ‘İyi ki hayatta’ diye düşünürken bu duyguya kapıldığıma kızdım. Orası duygu yaşamaya müsait bir yer değildi. Elimde yarım kalmış bir hayatın -belki kurtarılabilecek son parçası- dururken iyi hissetmeye hak görmek bir an kötü hissettirdi.
Yaklaşık üç saatlik bir beklemenin sonunda anlaştığımız üzere çadır kente döndük. Burada da tuvalet yoktu, en yakın yer 5 yüz metre uzaklıktaki petrol ofisiydi. Giderken petrol ofisinin yanında duran binaya dikkat etmemiz gerektiğini ve petrol ofisinin de hasarlı olduğunu söyleseler de ihtiyaç gidermek için mecburduk. Çadır kentte kalan depremzedeler de son derece kirli tuvalete girebilmek için hasarlı yapıya girmek zorunda kalıyorlardı. Geceyi çadır kente park ettiğimiz arabada geçirdikten sonra Antakya’ya ulaşmak için yola çıktık.
Güzel kalbinle hem zor durumdaki insanlara yardım etmeye çalışarak hem yaşadıklarını içtenlikle yazdığın için teşekkür ederim. Kalemine sağlık 🤍
Ellerinize sağlık Ayşe Hanım