Bölüm 2: Hassa - İslahiye
“Bütün insanları kardeş biliyorum, Cümlenin sağlığına duacıyım. Şayet ölürsem Helalleşmeye vakit kalmadan, Hatırdan çıkarmayın beni. Dünyaya benden selam olsun Her nefes alıp verişiniz.”
C. Sıtkı Tarancı
Sönmüş ateşin isinde, ne olduğunu bilmemeye uyandım. Gece yer yer yakılmış ateşlerin sabah sadece közü kalmıştı. Göz yakan bir is içinde “Bebek!” çığlıklarına uyandım. Kapıyı nasıl açtım, nasıl enkaza vardım hatırlamıyorum. Sabahın ilk ışıklarında toz duman binanın yanında kümelenmiş insanların yanına yanaştım. “Yaşıyor mu?” diye sordum.
Herkes sese yönelmiş ama kimsenin haberi yoktu. Araçların gelip gittiğini gördüm. Hayata dair bir şey işitmedim. Sonradan öğrendiğime göre, bir bebek çıkarılmış. Yıkımın 97. saatinde tarafı olmadığı bir düzene, küçücük bedeniyle göğüs geren bebek çıkarıldı. Arabaya dönerken yüzlerinde duygu barındırmaya takati kalmamış, donuk yüzlerin arasından geçtim. Medyada gördüğümüz sevinç çığlıklarının ve tezahüratların yerini burada acıyı kanıksayan ve coşkudan yana mecali kalmamış insanlar tutuyordu. Birkaç ailenin sıkıştığı enkazın yanına konuşlandırılmış çadırlardaki depremzedeler güne başlarken, sıcakla vuran ceset kokusunu artık fark etmiyorlardı.
Bir su birikintisi üstünde yansımasını yakalamaya çalışan çocuk gözüme ilişti. Biraz yaklaştığımda ayağındaki delik çorapların sırılsıklam olduğunu gördüm. ‘Çocuk hırsızları’ dedikodusunun arkası kesilmediği için bebek adına endişelenip yaklaştım. Elini tutup sudan çıkarırsam yanlış anlaşılır korkusuyla uzaktan seslenerek yanıma çağırdım. Gelmedi. Bu defa biraz daha sevimli olmaya çalışarak sadece el hareketleriyle derdimi anlatmaya çalıştım. Hapşıra hapşıra yanıma gelip bacağıma sarıldı. Sanıyorum ki ilk yaşını daha yeni doldurmuştu. Eğildim adını sordum, anlamadı. Bu defa adını Arapça sordum, yine cevap vermedi. Yaklaşık beş dakika sadece bakıştık. Yüzünde ve saçlarının arasında hala toprak vardı. Sürekli koluna sildiği için etrafını yara yaptığı burnundan soğuk aldığını fark ettim. Kısa bir süre sonra, en büyükleri üç-dört yaşında iki çocuk geldi. Bebeğin elinden tutup yürümeye başladılar. O sırada yardım gönüllerine işaret ederek çocukların peşine takıldım. 100 metre ileride kalabalık bir ailenin yanında durdular ama yanaşmadılar. Bebek tam tekrar uzaklaşmak üzereydi ki, aileye bebeğin onlara ait olup olmadığını sordum. Hatay’ın yerlisi olduğunu düşündüğüm üç kadının yanındaki adam, “Yüzünü görmek lazım” diyerek bebeğe baktı. Kadınlara döndü kısık sesle bir şeyler söyledi. En uzakta çay içen kadın doğrulup bebeğe bakarak “هذه ابنتي” (Benim kızım.) dedi. Öfkeyle karışık telaşıma yenik düşüp “Niye sahip çıkmıyorsunuz?” diye sordum. Adam suratındaki alaycı ifadeyle kadınların arasına serilen örtüyü kaldırırken “Bizde bundan bir sürü var” dedi. Kaldırdığı örtünün altından soğuktan birbirine sarılarak yatan yediden fazla çocuk göründü. İrili ufaklı çocukların en büyüğü on yaşında yoktu. Duyduğum telaş bir anda öfkeye dönüştü. Hiç istifini bozmadan sohbetine devam etti. Gelen yardım gönüllüsünün sinirlerini dizginlemeye çalışırken suratının aldığı ifade, kayıtsız duran adamın doğrularak oturmasını sağladı. Bu sırada bebek, annesinin yanına yattı. Anne – babası kat kat montlarıyla bedenlerinin her yerini ayrı ayrı ısıtmaya çalışırken, o çocuğun ayaklarını ısıtmak çok isterdim. Biçare elimden hiçbir şey gelmedi.
Yardım ekiplerinin verdiği ekmeği, saatlerdir uykusuz nöbet bekleyen askerlerle yedik. Konuşulanlara göre asker için yemek getirilmemiş. Yardım gönüllerinin ikram ettiği yemeklerden de komutanlarından izin almadan yiyemediler. Ancak sivil yardım ekibinin en büyüğü, komutanı Hassa’da bulup izin aldıktan sonra askerlerin karnına bir kuru ekmek girdi. Kan tutmuş gözlerinde durumla ilgili bilgi verecek güç yoktu. Buna rağmen aralarında sözü bölüşerek gördüklerini anlattılar. Sahada gönüllü askerlerin yoğunlukta olduğunu öğrendik. Karşılaştığımız askerler arasında izin gününde bölgeye ulaşan, emekliliğine rağmen kendine görev bilip nöbet tutan, yakınlarını enkazdan elleriyle çıkarıp arkadaşlarına desteğe gelenler vardı. Onlarla konuşurken depremle ilgili haberleri eleştirdiler.
Askerler, Mehmetçiğin sahaya üçüncü gün inmesinin, emir erlerinin inisiyatifindeymişçesine yansıtıldığından rahatsızlık duyduklarını söyledi. Bu anlatımın, özellikle bölge halkı nazarında kendilerini etkilediğinden yakındılar. Burada ‘yağma’ olaylarını sık sık duymaya başlamıştık. Bazı depremzedeler eşyaları çalınmasın diye gece nöbetleşerek ağır hasarlı evlerinin etrafında bekliyorlardı. Kadrajı biraz çevirdiğimizde ise eşyalarını almak için evine girmeye çalışanların ‘yağmacı zannedilerek’ kötü muameleye maruz kaldığını işittik. 24 saatten uzun zamandır çalışan ekipmanlarımızın şarjı tükendiğinde imdadımıza yine gönüllü ekipler yetişti. Ekipmanlarımız şarj olurken diğer mahallelere gittik. Büsbütün parçalanan her sokakta ‘hayata dair’ izler vardı. Binaların otoparkında enkazın devrilmesini engelleyen otomobiller, yıkılan manav tezgahına üşüşmüş böcekler, adım atarken parçalanan yollar, yıkık elektrik direklerinin altında yuva yapan sokak hayvanları, evlerinden biçare eşyalarını çıkarmaya çalışan insanlar...
Burada ağlamak için vakit yoktu. Yaşayan her kimse, bir diğerine umut olmak için canla başla çalışıyordu. Belki yardım malzemelerin arasından aldığı peyniri önce kendi ısırıp sonra sokaktaki kediyle bölüşen çocuk bu söylediğim için güzel bir örnek olur. Ekipmanlarımızı almak için çadır alanına gittiğimizde oradakilerle vedalaştık.
Gerçekten zaman burada farklı işliyordu. Ayrılırken bir gündür tanıdığımız insanlarla çok uzun zamandır hatır paylaşıyor gibi hissettim. Gaziantep’e bağlı İslahiye ilçesine doğru yola çıktık. Yol üstünde boş alana iniş yapmakta olan helikopteri görür görmez aracı durdurduk.
Uzaktan görüntü alırken yardım malzemeleri taşıdığını anladım. Helikopter henüz durmamışken içinde çocukların da olduğu tahmini 25 kişilik grubun, içeriden malzemeleri almaya çalıştığını kaydettim.
İslahiye’ye vardığımızda içeri girebileceğimiz her sokak güvenlik nedeniyle kapatılmıştı. Çökme – göçme endişesi duymayacağımız boş bir alana aracı park ettikten sonra hemen baretlerimizi taktık. Yürüdüğümüz her yolda her an devrilebilecek binalar vardı. Bunların çoğunun aldığı hasara rağmen ayakta durması şaşırtıcıydı. Neredeyse tamamı yıkılmış ilçede sadece birkaç enkaz arama kurtarma çalışması sürüyordu.
Depremin dördüncü günü olmasına rağmen enkaz altında hayatını kaybeden insanları çıkaracak kadar ekip bölgede yoktu. Ani bir hareketle paramparça olacak binaların altında insanlar yakınlarının çıkarılmasını bekliyorlardı. Bir enkaz arama kurtarma çalışmasına girip durumu sorduk. Diğer yanıtlardan farklı değildi. “İçeride kaç kişi olduğunu bilmiyoruz. İlk gün dışında sağ çıkan olmamış. Bu insanlar da cesetleri kaybolmasın diye bekliyorlar”. Enkaz görüntüsünü ve bilgileri aldıktan sonra apartman sakinlerinin beklediği bölgeye gittik. Yakınlarını kaybeden depremzedeler İslahiye’ye müdahalede çok geç kalındığını, insanların göz göre göre öldüğüne şahit olduklarını söyledi. Beklediğimiz ekibin sivil gönüller olduğunu, yetki verecek AFAD personeline ulaşamadıkları için uzun süre çalışmanın başlamadığını öğrendim.
“Geçmiş olsun” ya da “Başımız sağ olsun” dışında bir söz söylemenin oldukça samimiyetsiz olduğu acıların yanında oturup sessizliği dinledik. Kimse konuşmadı, bütün bir ilçede sadece iş makineleri duyuluyordu. Bütün bu uğultuyu canhıraş bir ses böldü. Elimdeki kamerayla ilerlerken çığlığın yükü beynimde çınladı. Annesinin çıkan bedenini göremeden götürüldüğüne feryat eden kadının “Annemi bana gösterin!” yalvarışı, bütün birikmiş duygularımı dışarı vurdu. Görüntü almak düşüneceğim son şey oldu ve dayanamayıp sokağı terk ettim. Günlerdir annesinin enkazdan çıkarılacak bedenini teslim almak için bekleyen kadının geçirdiği krize, burada ürkünç bir şekilde alışılmıştı. Feryat eden kadını sakinleştirmeye çalışan gönüller de onunla dakikalarca ağladı. Sayısız insan günlerce beklemesine rağmen cenazelerini görmeye, teslim almaya, defnetmeye imkan bulamadı.
Biraz sakinleştikten sonra tekrar durumu bildirmek için çekim yapmaya çıktım. O sırada yine sadece tabanındaki araçla denge sağlayan ağır hasarlı bir apartman gördüm.
İçine birileri gizlice girmeye çalışıyordu. Beni fark eden adamın “Gazeteci misin?” sorusunu onayladıktan sonra hemen durumu anlatmaya başladı. “Oturduğum apartmana yıkım kararı verilmiş, içeride eşyalarım var. Zaten kurtarma ekipleri gecikti, gelen yardımlar kaç gün sürecek? Herkes gidecek, biz bize kalacağız. Hayatta kaldık ama yaşamamız da gerek. Eşyalarımı almam şart. Kader diyorlar. Benim erkek doğmam. Müslüman olmam, Kürt olmam, Türkiye’de yaşamam kaderdir. Bu kader değil!” dedi. Adam, eşyalarının bir kısmını aldıktan sonra apartmandan uzaklaştı.
Hemen hemen her yerde gördüğüm yığılmış yardım malzemeleri burada da aynıydı. Gelen yardım tırları, getirdikleri eşyaları karşılayacak insan bulamadıkları için bölgeye döktü. Fakat bu eşyalar çamurlu yüzeyde kirlendiği için kullanılamaz hale geldi. Kurtarabildiğini sınıflandıran sivil gönüller, erzak dağıtımına da yardım etti.
Sokakta yürürken Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ bölgeye geldi. Askerin sahaya yönlendirilmesi ve sahra mutfaklarıyla ilgili sorularımızı yanıtlamasının ardından depremzede vatandaşlarla görüştü. “Bu müteahhitlerden hesap sorulmazsa adalet olmaz” diyerek dikkati yıkıma neden olan sorumlulara çekti. Burada çalışmalarımız devam ederken diğer basın ekiplerinin geldiğini fark ettik. Enkaz altındaki “canlı” bilgisine ulaşan serbest gazeteciler, televizyon muhabirleri ve yabancı basın bölgeye art arda geldi. Hasar gören bölgenin çok geniş olmasından kaynaklanan “bilgiye ve alana erişim sorunu” hepimiz için ortak bir problemdi. Birlikte bekleyip durumu değerlendirdik. Elimizdeki bilgileri derleyip, haber girişlerini yaptım.
İslahiye’de kalacak güvenli bir alan belirleyemediğimiz için geceyi Adana’da geçirmeye karar verdik. İslahiye’den Ceyhan’a giderken yurt dışından gelen arama
kurtarma ekiplerinin çadırlarını ziyaret ettik. Çok hızlı ve koordineli çalışan Kuveyt ekibi, bizi memnuniyetle karşıladı ve ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. Buradan ayrılıp Adana istikametine devam ettik.
(Okuyucuları etkileyebilecek hassas içerikler, çocuk yüzleri ve görev başındaki asker/polis görüntüleri yazıda kullanılmamıştır.)
Deprem bölgesinde yaşananları herhangi bir sansüre maruz bırakmadan aktarması yönüyle önemli bir çalışma olmuş.
Sevgili kardeşim, yaşanan deprem felaketi ülkemizin yüreğini dağladı, ancak senin gibi fedakar insanların desteğiyle yıkımın üstesinden gelmeye çalışıyoruz. Senin bölgede yaşananlara tanıklık etmen, ihtiyaç listesini belirlemek için yola çıkman gerçekten takdire şayan bir davranış. Böyle zor zamanlarda birbirimize destek olmamızın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Sana ve tüm yardımseverlere şükranlarımı sunuyorum. Allah hepimizi başka felaketlerden de korusun.
Sevgi ve saygılarımla,
Mehmet Efe
Ellerinize sağlık Ayşe Hanım
Oradaki karmaşa ve çaresiz çırpınışları yaşadım okurken